Çarşamba, Ocak 15, 2025
Güncel

Öndeş: Taş üstüne taş koyan herkese borcumuz var

Kavel Alpaslan

Gazete Duvar / 14.01.25

Tarihin Belleği, bize eski bir takvimden rastgele kopartılmış takvim yaprakları gibi rastgele bir anlatım sunmuyor. Son derece derinlikli kişi ve olay hikayeleri ile karşılaşıyoruz. Üstelik tüm bunlar edebi olarak da etkileyici bir üslupla karşımıza çıkıyor. Eh, ne de olsa daha önce yayınladığı kitaplarda romandan şiire çok yönlü bir birikimi bizimle paylaşan bir isimden söz ediyoruz.

 

Tarih çoğumuz için sahnede ışığın altında parlayan figürlerden ibarettir. Özellikle tarihin parçası olmuş nice devrimciye tutulan bu ışığın ‘haksız yere’ onları önplana çıkarttığını söylemek mümkün değil. Peki ama gölgede kalmış kahramanları ne kadar tanıyoruz? Ya da ne kadar merak ediyoruz?

Yeni Yaşam gazetesinde Arif Mostarlı ismiyle uzun süredir yayınlanan yazılarda spot ışıkları işte bu hayatların üzerine çevriliyor. Şimdi ise bu yazılar derlendi ve Tarihin Belleği ismi ile kısa bir süre önce Luvi Yayınları tarafından yayınlandı. Tabii Arif Mostarlı, Yeni Yaşam’daki köşe yazılarından bildiğimiz M. Ender Öndeş’ten başkası değil. Biz de kendisi ile matbaadan sıcak sıcak çıkan bu dikkat çekici kitap üzerine konuştuk.

Tarihin Belleği, bize eski bir takvimden rastgele kopartılmış takvim yaprakları gibi rastgele bir anlatım sunmuyor. Son derece derinlikli kişi ve olay hikayeleri ile karşılaşıyoruz. Üstelik tüm bunlar edebi olarak da etkileyici bir üslupla karşımıza çıkıyor. Eh, ne de olsa daha önce yayınladığı kitaplarda romandan şiire çok yönlü bir birikimi bizimle paylaşan bir isimden söz ediyoruz.

Lafı fazla uzatmadan sözü kendisine bırakalım.

M. Ender Öndeş

“Tarihin akışında herkesin kendi hikayesi var”

Başlarken dilerseniz kitabın hikayesinden söz edelim. Nasıl karşımıza çıktı Tarihin Belleği

Tarihin Belleği, M.Ender Öndeş, Luvi Yayınları, 2024

Yazıların kitap haline gelmesi benim rüyamdı. Rasgeldi böyle, Luvi’den çocuklar da “Olur” dediler. Çünkü ben köşe yazılarının kitap haline getirilmesini saçma bulurum aslında. Köşe yazısı nedir ki? Ertesi gün biter, çok da manası yoktur. Bu öyle değil ama. Bu, başka bir şey. Derli toplu olması iyi oldu, hep rüyasını görüyordum bunun.

Gerçekten de bir güne ya da bir zamana ait olmayan yazılar yer alıyor kitapta.

Değil tabii, beş yıl sonra da eline geçse, yine okuyabilirsin, sıkıntı olmaz.

Gelelim kitabın kendisine. Sizin de girişte vurguladığınız üzere anlattığınız hikâyeler kaba özetlerden, tarihte detaylarını bilmediğimiz, ‘ana karakterden’ ziyade ‘yan karaktere’ hatta ‘karşı karaktere’ odaklanan yazıları kapsıyor. Kahramanlar kadar hainlerin de karşımıza çıktığı örnekleri görüyoruz. Bununla birlikte söz konusu yazıların tarihe rastgele salvolar olduğunu söylemek de mümkün değil, en nihayetinde bütünlük içerisinde bir kompozisyon var önümüzde. Toplumsal mücadeleler tarihinden çeşitli açılardan ufkumuzu açan hayatlar gibi bir izlenim ediniyoruz, bu yüzde size de sormak istedim; bu hikayeleri birbirlerine bağlayan şey nedir? Bu profillerin buluştukları yer nedir? 

Belki hepsi değil ama -önsöz gibi olan yazıda da var- ortak yanı daha az bilinen karakterler olması, en azından Türkiye’de az bilinen karakterler olması. Türkiye’yi vurguluyorum özellikle, örneğin Bruno Neri hem futbolcu hem partizan, İtalya’da özellikle kendi bölgesinde büyük kahramanlardan biri hâlâ ama biz az biliyoruz. Benzeri mesela, kitap dışında henüz yayınlanacak bir Arif Mostarlı yazısında; Ljubo Cupic var, Karadağlı. Belki hatırlarsınız o fotoğrafı, infazından önce gülerken. Karadağ’ın milli kahramanı ve Arjantin doğumlu… Yani aile önce Arjantin’e gitmiş, oradan geriye dönmüş, idama mahkûm edilmiş, kurşuna dizilmiş. Evet, orada, Karadağ’da çok önemli ama biz bilmiyoruz.

Ljubo Cupic

Kitabın bir motivasyonu bu. İkinci motivasyonu ise şu; biz her meselede iyi ve kötü şeylerin sadece bizimle ilgili olduğunu zannediyoruz -örneğin şimdiki göçmen dalgaları gibi; oysa dünyanın her yerinde öyle. Trajik olaylar ve karakterler için de bakışımız çok dar kalıyor. Hem devrimci kişilikler hem karşı devrimci pozisyondaki insanlar bakımından da daha uzakta olanlar ve özellikle çok bilinenlerin dışındakiler aklımıza gelmiyor. Örneğin Bolivya’da Che Guevara kadar önemli olan bir adam vardır: İnti Peredo, Che’nin hemen ardından örgütü devralan kişidir, az bilinir bizde. Oysa ilginç bir detaydır, Denizlerin grubunda -hangisi olduğunu tam bilmiyorum, belki de yanlış hatırlıyorum şu anda ama o gruptan birisinin- kod adı İnti! Yani onlar biliyorlarmış İnti Peredo’yu. Ya da çok tipik örnek: Lucía Topolanski… Eski Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica’yı biliyoruz, şahane bir adam, eski gerilla falan ama ‘eşi’ diye anılan kadın da aslında muhteşem bir kişilik!

Sizin de kitapta söylediğiniz üzere, önce bıyıklılara bakma hatasına sıkça düşülüyor ve Topolanski genelde medyada kendine daha çok ‘Mujica’nın eşi’ olarak yer buluyor. 

Evet öyle adı geçiyor. Asıl soruya gelirsek, bütün anlatıları bir araya getiren şey, en azından bizim için gölgede kalmış olanlar. Elbette bunlar hiç yoktan keşfettiğim şeyler değil. Neticede bunlar çok bilinmeyen insanlar olmayabilir ama daha tarihsel anlatımın arka planında kalan, kenarında kalan insanlar diyebilirim. Hatta bazı olaylar da böyle. ‘Tarihin Belleği’ derlemesini asıl bir araya getiren şey bu. Bence bu hepimiz için çok büyük bir eksiklik. Çünkü tarih öyle bir şey değil; yani tarihteki insanlar hepimizin ilk bakışta bildiği insanlardan ibaret değil.

Az önce bakıyordum, Karadeniz’de 15’lerin katli olayı… Orada biz Ethem Nejat ve Mustafa Suphi’yi görüyoruz; oysa 13 insan daha var arkada. Maria’yı yeni keşfetmişiz zaten! Onun çektiği eziyetleri öğreneli daha şurada kaç yıl oldu? Ama diğerleri de var. Kazım Bin Ali diye bir adam var; onlardan biri Manisalı, hemşerim. Ercişli Ahmet Oğlu Hayrettin var mesela. Uşak’tan, Balıkesir’den insanlar var, ta oralara gitmişler. Tam bunu anlatmaya çalışıyorum; çok merak ediyorum ben mesela, Manisalı genç bir insan Bakü-Gürcistan-Sovyetler filan, nerelere gitmiş öyle…

Sahiden hangi rüzgârlarla ilerleyen bir yolculuk acaba diye insan merak ediyor.

Muhtemelen esirler bunlar. Savaş esirlerinin bir bölümü komünist oluyor orada ve TKP’ye katılıyorlar. Ama nasıl bir şeydir bu! Manisa’dan gidip Bakü’de parti üyesi olup sonra Erzurum’a Trabzon’a gelip öldürülmesi…

Daha güzel bir şey söyleyeyim, övmek istiyorum çünkü özellikle; Bianet’ten Tuğçe Yılmaz hakkı teslim edilmeyen çok iyi bir iş yaptı geçen yıllarda. Hatırlarsın 1 Mayıs 1977 üzerine. Ya bir sürü insan ölmüş orada, hepsinin birer hikâyesi var, değil mi? Ailelerine ulaştı, çocuklarına… Çok zor bir çabaydı herhalde.

Kesinlikle çok güzel bir işti, seriyi hazırlarken Tuğçe Yılmaz ile kısa bir konuşma fırsatımız olmuştu, sonrasında ben de mesela sadece Jale Yeşilnil’in hikayesini bildiğimi fark ettim. 

Çünkü arayacaksın bulacaksın, çok zor, hatta kimilerine hiç ulaşamamış herhalde ama başlı başına iyi bir iş. Tam bunu anlatmaya çalışıyorum işte. Mostarlı da bunu yapmak istiyor. Bunun negatif cephesi de aynı şekilde. Ben İvan Rios denilen adama çok hayrandım, FARC’ın en genç liderlerinden, ama okurken böyle oluyor işte, bir konuya bakıyorsun ediyorsun, başka bir şey yakalıyorsun orada. Ve oradan yürümeye başlayınca Rojas diye bir adama rasgeliyorsun, korkunç bir adam, bir ihanetçi ve ödül uğruna İvan’ı katledip sağ elini kesiyor, Kolombiya ordusuna götürüyor…

Kitapta yer almayan bir şey mesela. Rosa Luxemburg’u hepimiz biliyoruz. Ama daha ötesi de önemli. Onu öldüren bir ekip var, başlarında da Yüzbaşı Valdemar Pabst diye bir herif bildiğim kadarıyla. Bunlar SA’ların önceli denebilecek Freikorps diye askerlerden/emekli askerlerden oluşan kontrgerilla gibi bir örgüt ve başında işte bu Pabst var. Adam bildiğin Mehmet Ağar! Her şeyi başından itibaren o planlıyor. Oturdum onun hikâyesini anlattım mesela, aradım buldum, ne yapmış, Alman Ordusundan nasıl oraya gelmiş, olaydan sonra nasıl yargılanmışlar -daha doğrusu yargılanmamışlar…

‘Hafıza iki yanlı bir kavram’ diyerek belki bunu kastediyorsunuz herhalde?

Evet, hafıza her zaman iki yanlı. Bak yine kitapta yer yoktu mesela Türkiye’den baktığımızda 7 Haziran Seçimlerinden hepimiz bahsederiz. Bingöl Karlıova’da 7 Haziran Seçimlerinden üç gün önce altı çocuk babası bir adamı vurdular: Hamdullah Öge. Gülbahar (13), Yeter (12), Narin (11), Pervin (9), Havva (6),ve Muhammed Resul’ü (4) yetim kaldı o gün. Otuz üç kurşun sıktılar adama! HDP seçim aracının şoförüydü. 7 Haziran’ı anlatırken o adamı anlatmazsan olmaz. Yani böyle insanlar var. Bir tarafından baktığında ‘küçük’ bir insan, ‘Selahattin Demirtaş’ falan değil bu adam, ama tam da işte anlatmak istediğim insanlar. Yani tarihin akışın içerisinde herkesin bir rolü var, herkesin bir kendi hikâyesi var. Dediğim gibi Karadeniz’de 15 kişi ölmüş ama orada 2 kişi ölmemiş ki sadece; 13 kişi daha var arkada.

Hamdullah Öge

Asıl derdim başlangıçta bu değildi belki ama daha sonradan öyle yürümeye başladı iş ve zaman zaman negatif karakterler, zaman zaman bana mesela en heyecan verici olan şeyler geldi. Hiç bilmiyordum ve herhalde hiç kimse bilmiyordu doğru dürüst: İki Tünel Buluşması! Uruguay’ın Punta Carretas cezaevi hikâyesi… İnsanın ağlayası geliyor, yani hayatın nasıl bir zincir olduğunu anlamış oluyorsun orada.

“Astığımız resimlerin arkasında başka türlü kahramanlıklar var”

Tam da bilinemeyen ve bilinen figürlerden söz ederken ‘kahramanlık’ kavramı üzerinde de belki biraz durmak gerekebilir. Kitapta da ‘kahramanlık kavramının tanımını yapmanın zorluğundan’ söz ediyorsunuz. Kendi kendimize şöyle bir düşündüğümüzde ilk bakışta kusursuzluk gibi tanımlıyoruz kahramanlığı. Bu noktada kahramanlık ile insana dair özelliklerin ayrıştırılması gibi bir yanılsama da ortaya çıkabiliyor. Özetle kahramanlık kavramına dair neler söyleyebiliriz? Okuduklarımız insanların, devrimcilerin yaşamlarında onları kahraman kılan nelerdir?

Elbette devrimci süreçlerde bir kusursuzlaştırma yapıyoruzdur, hepimiz yapıyoruzdur. Oysa hiç kimse kusursuz değil. Evet, tarihsel anlamda çok önemli figürler var, bunu biliyoruz. Ama onlarda bile bazen biz bir sürü şeyi atlıyoruz. Örneğin Che Guevara bana göre sadece kahraman bir gerilla değil, iktisadi görüşleri olan, sosyalizm üzerine çok ciddi referans alınabilecek biri. Ki kocaman bir kitap var oradaki ekonomi tartışmaları üzerine, devletin yayınında bir dergide yapılıyor bu tartışmalar. Bettelheim’ler, Ernst Mandel’ler yazıyor vs… Ya da mesela Che’nin kıtasal devrim, dünya devrimi üzerine çok ciddi yaklaşımları var, bir sürü insan çok az biliyor, Küba’nın askeri tesislerinden bazılarını Beka Vadisi’ne çeviriyorlar o dönemde.

Latin Amerika’daki diğer örgütler de eğitim alıyorlar burada değil mi?

Evet evet, Kübalı deneyimli gerillalardan oluşan enternasyonal komite kuruyorlar, başında Che Guevara var. Bunlar Kongo’dan Cezayir’e koşturuyor… Artık nerede bir şey varsa… Bana göre mesela –bu uzun bir tartışma ama- rüşeym halinde bir enternasyonal var aslında. O dönem ‘Üç Kıta Konferansı’ dedikleri, Tricontinental dedikleri organizasyonlar… Keşke kesintiye uğramamış olsaydı. Yeni bir devrimci enternasyonale ulaşabilirdi çünkü. Burada Mahir’i düşün, Bijan Cezani’yi düşün, Venezuela’yı düşün… Ne geliyorsa aklına. Bir dalgada birbirine çok benzeyen insanlar bunlar. Mesela İran böyle miydi? Muhteşem devrimciler vardı! Aşağı-yukarı Mahir ile aynı dönemde, aşağı yukarı Mahir ile, Che Guevara ile aynı düşünceleri olan insanlar.

Yani biz kahraman olarak gördüğümüz insanların resimlerini asıyoruz ama o resimlerin arkasındaki başka türlü hayatlarını, başka kahramanlıklarını pek görmüyoruz aslında. Onlar da kahramanlık değil mi? Habire bir şeyler yapıyorsun, Bolivya’yı organize ediyorsun, Kongo’yu organize ediyorsun, Nikaragua devrimcileri zaten komşu kapısı yapmışlar, orada eğitiliyorlar falan… Bu büyük arka planı görmemiş oluyoruz, bu bir.

İkincisi, öne çıkan ve öne çıkmayı da hak etmiş olan tarihsel karakterlerin ötesinde bana göre başka kahramanlıklar da var. Kitapta var mı emin değilim, bir rahibin hikâyesi var mesela. Toplama kampı gibi bir yerde bir misilleme için 15 kişiyi öldürecek Almanlar; bir tutuklu ağlıyor, bir sürü çocuğu varmış adamın, ölmek istemiyor. Rahip Maximilian Kolbe çıkıp gayet sakince “Beni alın” diyor mesela. Bu bir kahramanlık. Michel Nash var, Şilili asker. Pinochet darbesinin sabahında “Ben halka ateş etmeyeceğim” diyen ve öldürülen bir asker. Ya da Raşid Meklufi benim en hayran olduklarımdan biri: Bir kariyerin var senin ya, düşünsene, Fransa liginin en iyi futbolcularındansın…

Ki bir de futbol dünyasından söz ediyoruz, şan şöhret paranın daha önde olduğu bir dünya.

Bir de Fransa milli takımındasın, De Gaulle seni övgülere boğuyor ve bir telefon geliyor Cezayir Kurtuluş Cephesi’nden, gidiyorsun. Libya’da çalışıyorlar o zaman antrenmanlar için, asgari ücrete yani! Türkçesi bu… Halkın desteği ile ayakta duruyorlar. Yirmi tane genç insan, şöhret olabilecek isimler hepsi, ki bazıları şöhret zaten ve hayatlarını bir tarafa bırakıp devletsiz bir milli takım kuruyorlar. Saçma görünüyor ama ilk kez oluyor tarihte.

Mesela Doğu Timor hadisesinde üç tane kadın gidiyor ve Endonezya’ya gönderilecek bir savaş uçağını tahrip ediyor. Sıradan insanlar bunlar. Ya da napalm bombalarının olduğu bir gemiyi bir tane tabanca ile ele geçiriyorlar. Saçma geliyor belki ama ele geçiriyorlar ve ulaşmasını engelliyorlar.

“Sıra bize gelseydi, bu kadar yürekli olabilir miydik?”

Bana da bir örnek daha çok etkileyici gelmişti kitapta, Mahir’leri hayatı pahasına evinde saklamayı kabul eden Hatice Alankuş’un hikayesi. Yazıda son olarak çok çarpıcı bir soru ile bizi baş başa bırakıyorsunuz “Sıra bize gelseydi bu denli yürekli olabilir miydik?” diye. Bazen bir biyografiyi okurken bir hayatı ister istemez bir çerçevenin içerisine sığdırmış oluyoruz. Öyle olunca da siyah beyaz bir film karesi izliyormuşuz gibi oluyor. Ve sonunda da tıpkı bir filmden sonra yaptığımız gibi uzun uzun, büyük laflar ederek bir şeyler söylüyoruz. Ama asıl hikâye sizin vurguladığınız bu sorunun gerçekliği herhalde. Sizce kahramanlık kavramı sorduğunuz bu soruyla nasıl bağlanabilir?

Şöyle; bir dönem RAF’ın Almanya’da iyi zamanlarında böyle bir tartışma oluyor, Heinrich Böll ile başlıyor sanırım biraz da, yanlış hatırlıyor olabilirim. Almanca bir deyim de oluşuyor: “Gelseler ne yaparım?” diye aydınlar, gazeteciler, Almanya’nın iyi insanları arasında. Yani RAF’tan birileri kapımı çalsa saklar mıyım gibi… Böyle bir tartışma da oluşuyor. Hakikaten öyledir ama. Zor işlerdir zor zamanlarda bunlar. Çok sıradan insanlar 12 Eylül’de de 12 Mart’ta da kapıları çalındığında aranan insanlara “Abi çok ıslanmışsın gel içeri” dediler. Bunlar başkalarından daha az kahraman değiller.

Şunu söylemiyorum, Mahir çok büyük bir kişilik, tartışmasız ve benim hayatımın eksenini oluşturur Mahir Çayan, o ayrı bir konu. Ama Hatice Alankuş ve benzeri birtakım insanlar da önemli. Bunlar iyi eğitim görmüşler, yani hayatlarında öyle muazzam bir sıkıntı falan yok ama riske giriyorlar. Ya da yine Mahir’in çevresinden genç bir adam, bir sendikacı: Necmettin Giritlioğlu. O kadar önemli ki…

Gerçekten nice böyle insanın hayatını bilmiyoruz.

Evet, bilmiyoruz, bak şimdi yeni yayınlanacak romanımda iki gerçek karakter var: Abim ve yengem. Hakikaten romanda anlatılan şey, insanları evinde saklayıp geceleri sandalla denizde tutup eve getirme gibi… Abim benim, Demiryolcu Ömer. Çok sıradan, solcu bir insan. Ama yengem hâlâ anlatır, bir kadınla bir erkek aylarca kalıyor bunların evinde. Ya da Anne Frank’ın hatıra defteri hikâyesi. Yani o deftere sahip çıkıyorsun, o da bir kahramanlık, onun ele geçmemesi için her şeyi yapıyorsun. Mesela Kürtlerle ilgili düşündüğünde dağdaki adamın elinde silah var, kendini koruyabiliyor değil mi? Ama köyde? Canlı dinlemişliğim var bunu: Bir tane Binbaşı geliyor köyün birine. Üstelik ‘o’ yıllarda, HADEP zamanları! Diyor ki “Bir tane oy çıksın buradan, ananızı avradınızı yedi sülalenizi bilmem ne yapacağım.” Peki, sonra ne oluyor? Sandıkta ful HADEP! Bu kahramanlıktır. Kar altında Allah’ın bile unuttuğu bir köyde, beş tane çocuğun var, on tane torunun var ve sen bu riske giriyorsun. Bu kahramanlıktır işte. Hakikaten Binbaşı dediğini yapmıştır, en az 3-5 kişi gitmiştir o köyden.

Şimdi bütün bunların hepsi tarihin parçaları. Tarih böyle bir şey. Bu, çok öne çıkan kişilerin bunu hak etmedikleri ya da tarihsel kişilikler olmadıkları anlamına gelmiyor ama bir sürü başka insan var. O bakımdan 1 Mayıs 1977 hakkında Tuğçe Yılmaz’ın yaptığı çok kıymetli bir şey. Orada Ermeni ulusundan insanlar da var, iki üç kişi var. Onlara ulaşabildiler mi hiç bilmiyorum mesela. Ya da keşke ulaşabilsem, Profilo Direnişi var 70’lerde, orada Kirkor diye bir arkadaş öldürüldü yanlış hatırlamıyorsam. Ve bunun gibi…

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, tarihin kenarı demeyeyim ama gölgede kalan bölümlerini öne çıkarmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Tarihçi değilim ben, öykücü olurum herhalde; çünkü öykü yazıyorum, daha dramatize ediyorum. Zaten öyle ama onu okunabilir bir öykü haline getiriyorum. Ama bunu yapmak gerektiğini düşünüyorum, umarım devam ettirebilirim.

Bir de mesela üzünç verici insanlar var. Bu anne-babalık işi orijinal bir şey; hatırlar mısın, bu Kenan Evren’in kızı “Çok iyi bir babaydı” demişti. Öyle olabiliyor gerçekten. Lumumba’yı öldüren ve onu asit kuyusunda eriten adam Soete’nin kızını görmüşsündür belki. Adam psikopatın teki ama kız hâlâ başka bir şey anlatıyor. Soete olayında düşün, bir sürü katil gece Lumumba’yı öldürmüşler, eritmişler, sülfürik asidin kokusu geçsin diye evde habire viski içiyorlar, rezil bir topluluk ve o çocuk evde. Ve hâlâ diyor ki “Babama yazık oldu aslında kimse onu anlamadı” falan.

Kendi anan baban olunca sahiden zor oluyor bazı şeyleri görmek herhalde. 

Ve hâlâ diyor ki “Kongo’da siyahların durumu iyiydi aslında neden ayaklandılar ki?” Yani trajik! Ama öbür tarafta mesela Adolfo Kaminski var mesela. Ben sahtekârları çok seviyorum. Düşün kızı bile bilmiyor ne olduğunu ama adam yedi iklim dört bucakta herkese hizmet ediyor, orijinal karakterler bunlar. İhtiyacı olan tanıyor, daha fazlası değil, ihtiyaca binaen çalışıyor adamlar.

Adolfo Kaminsky ve kızı

Dediğim gibi kitabı seçmek de çok zor oldu, şimdi aklıma gelmiyor hepsi ama kitapta olmayan ilginç hikâyeler de vardı aslında. Mesela ben hiç bilmiyordum mesela Zoohuman diye bir şey varmış, ben hiç Avrupa’nın merkezlerinde zamanında çok fazla bulunan ‘insanat bahçeleri’.

Evet, ben de yakın dönemde okumuştum. Oradaki buradaki insanları getiriyorlar sonra hayvanlarmış gibi yemek atıp seyrediyorlar. 

Evet evet… Ya da bu hikâyeler sırf karakterler üzerinden gitmeyebiliyor. Mesela futboldan hoşlanırız, Real Sociedad diye bir takım var güzel top oynuyorlar gibi… Ama 5 Aralık 1976’da yaptıkları! O efsane bayrak kulübün müzesinde duruyormuş, biliyor musun? Yani nasıl bir kendini riske atmaktır o. Sonra tutuklanıyor bazıları ama yine de yapıyorlar. Düşünsene Diyarbakır’da stadın ortasında şey açıyorsun… Öyle bir şey düşün.

Sığlaşan tarihi derinleştirmeye katkı

Son olarak toparlamak adına belki kitabın ismiyle bağlayabiliriz. Gerçi ilk başta bahsedeceğimizi en sonda söylemiş gibi oluyoruz ama gölgede kalan kısımların ‘tarihin belleğine’ nasıl bir katkı sunmasını arzularsınız?

Hepimizin şahit olduğu bir sığlaşma var. Hani o 140 karakter dediğimiz şey. Her şey dün başladı zannediyor insanlar, en son Gazze meselesinde de öyle oldu, her şey 7 Ekim’de başlamış gibi… Bir sürü genç insan böyle gördü, genç olmayanlar bile öyle. 1948’de Nakba ile başlayan süreç, binlerce insanın katledilmiş olması, soykırım… Bu tarih yaklaşımı çok sığlaştı. Hani sosyal medyada çok meşhurdur ya, şairlerden uydurma dizeler, etkileşim denilen şey, vs… Bir onu kırmakta, daha da derinleştirmekte yararı olsun isterim.

İki, tarihçi değilim sonuçta ama tarihin parçası olan insanlardan, devrimcilerden bahsediyorum. Böyle hayatların da, böyle olayların da olduğunu ve bunların da çok önemli olduğunu algılamaları açısından, böyle bir tarih anlayışının gelişmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bitmez tükenmez bir süreç bu. Yani bu kitap, bu yazılar bitmez. Sen de almışsın, ben de yazmıştım bir ara, Kavazoğlu-Mişaulis hadisesi mesela. Zannediyor ki insanlar Kıbrıs olayı dün başladı. Yahu Kıbrıs’ta ne TMT’nin Rum öldürdüğü, ne EOKA-B Türk öldürdüğü var. Her ikisi de kendi tarafındaki sendikacıları, gazetecileri solcuları avlıyor. İlk orayı temizliyorlar.

Üçüncüsü, böyle şeylere ‘bakma’ motivasyonu da yaratsın istiyorum. Öndeki motifler her şekilde ilgiyi hak ediyor ama arkaya da bakma motivasyonu oluşsun istiyorum insanlarda. Rus Devriminden Vietnam’a, neresi gelirse aklına, her yerde milyonlarca insanın küçük küçük katkılarıyla, hatta zaman zaman boylarından büyük katkılarıyla yürüyen bir tarih var. Vietnam dediğinde Ho Şi Minh ya da Vietnam İşçi Partisi değil sadece; binlerce köylü var. Her biri bir şeyler yapıyor, her biri bir ucundan tutuyor işin.

Bu Türkiye için de böyle, benim kendi hayatım için de böyle. İsimleri benimle beraber mezara gidecek çok iyi insanlar tanıdım ben. Adamın beş tane çocuğu var, inanılmaz risklere girdi benim için. O insanları unutmamalıyız. Bu aynı zamanda bir vefa borcudur. Hamdullah Öge’yi ve çocuklarını da o yüzden hiç unutmamalıyız. Hepsi yetim kalmış. Şoförlük yaptığı için vurdular adamı, hiçbir sebep yok. Ben bu insanların hepsine borcumuz olduğunu düşünüyorum. Tarihte taş üzerine taş koyan herkese borcumuz var. Laf yapanlara borcumuz yok. Onlar laf yapmaya devam edebilirler, ama gerçek insanlara, kanlı canlı insanlara bizim borcumuz var.

Gazete Duvar / 14.01.25